"ben aranıyor" ya da "ben ve gül"

pazarkaya'nın 2002'de yayınladığı romanının türkçe adı "ben aranıyor", eser yine kendisi tarafından almanca'ya çevrilmiş, ya da "yeniden yazılmış" demeli, çünkü kendisinin de söylediği üzere bazı yerlerini değiştirmek zorunda kalmış. ve bu sefer de adı "ben ve gül" olmuş.
türkçe adında arayış ön planda iken, almanca adında neden gül kavramı öne çıkmış acaba?

pazarkaya alman-türk yazınının önde gelen isimlerinden. her ne kadar kendisi bu alanda anılmak istemese de göçmen edebiyatı deyince ilk akla gelen isimlerden biri.
1958 yılında okumak için için gittiği almanya'da yazmaya başlıyor. ve ister istemez, oradaki işçilerin de sorunundan söz ediyor eserlerinde, yani bir anlamda, istemese de dahil oluyor.
"ben aranıyor"da da durum böyle. okumak için almanya'ya gitmiş, okul bitince de orada kalmış, evlenmiş ve ancak uzun yıllar sonra, tam da askeri darbe öncesi, karışık bir durumda olan vatanına askerlik hizmetini geç de olsa yapmak için dönen bir adamın hikayesi bu.

geçmişiyle bir nevi hesaplaşma ve köklerini arayışı var pazarkaya'nın bu ilk romanında. otobiyografik unsurların kurmaca ile içiçe geçmişliğini pazarkaya'nın kendisi de yadsımıyor. ama hangi roman gizli ve aşikar otobiyografik detayları içermez ki?

roman ile ilgili fazlaca eleştirilere rastlayamadım. türk kitap dünyasının ilgilendiği gündemdeki yazarlardan biri olmayışından belki. halbuki türk-alman edebiyatı için önemli bir isim ve dahil olduğu alana yaraşır biçimde iki ülke arasında mekik dokuyan bir yazar. ve alman edebiyatını türkiye'ye, bizimkini ise almanya'ya o dilin tanınmış eserleri çevirerek tanıtmayı kendine misyon edinmiş değerli bir çevirmen de olduğu kesin. ayrıca ozan ve oyun yazarı.

ama dönelim asıl konumuz olan romana.
başlarda romanın içine girmekte ve anakarakteriyle tanışmakta zorlandığımı itiraf etmeliyim. bir roman beni ilk on, onbeş sayfasında davet ederse kalırım, aksi takdirde, yol erkenken dönmeyi tercih ederim genelde. burada ise ancak orhan'ın arkadaşını akıl hastanesi'nde ziyaretiyile beni de hastaneyi görme ihtiyacı hissettirdi. o noktadan sonra da kitabı elimden bırakamadım desem yeridir. başlardaki zorlanmanın sebebi ise fantastik ile reel boyutların içiçe geçmişliğindendi. elle tutulur bir yanını bulamıyor, kimden neyden bahsettiğini çözemiyordum. her ne kadar ülker gökberk bunu kafkaesk bulsa da, ona bir anlamda katılmadığımı söylemem gerek. kafka, grotesk öğeleri reel bir platforma ustaca taşıdığından, okuyucu olanları hiç bir surette garipsemiyor.
pazarkaya için ben bunu hissetmedim, dahası grotesk de bulmadım onun soyut ya da fantastik öğelerini. daha çok hayal dünyası ile reel dünyanın içiçe geçmişliği, ki bunu bile bir parça kör göze parmak şeklinde deflarca belirterek yapıyor pazarkaya "Tren dışrıda rayların üzerinde değil kafamın içinde zangırdıyordu"* ya da ilerleyen sayfalarda "gelmediğim yerlere gönderiyorlardı beni. yoksa burada değil miydim?"

zamansal kurgunun lineer gitmeyişi de anlayamadığım noktalardan, başlarda radyo haberlerinden bir ada çıkartmasını duyuyoruz, ki 1974 yılında olduğumuzu düşünürken, ana karakterimiz orhan'ın ilk tutuklanışında müdahale eden binbaşının ağzından darbenin çoktan yapılmış olduğunu işitiyoruz ki bu ise 1980 sonrası olmalı... bu iki zamanı neden yanyana getirme ihtiyacı hissetmiş pazarkaya? bu konuda hiç bir demecine de rastlayamadım. belki amaç ülkedeki siyasal ve sosyal karışıklığı üst boyutta tutmak ve yolculuğu zorlaştırmak, bilemiyorum.

üstelik ülkesine dönen bir adamın siyasal ortamı hiç bilmiyormuşçasına defalarca başını derde sokmasına da çıldırdım. bir turist bile yabancı ülkeye giderken ayağını denk alıp, önce güvenliğini düşünüp, detaylara dikkat ederken, kahramanmızın bu denli şaşkın davranmasını, pazarkaya'nın romanını 300 küsür sayfaya çıkarma çabasına atfediyorum. yoksa günah keçisi olarak kurmacayı mı bellemeli?

peki neyi sevdim? gül karakterinin sağlam duruşunu, küçük orhan karakterinin 12 yaşındaki bir çocuğun pek sahip olamayacağı olgunluğunu, izmir tasvirlerini, çarşısı'nda tanıştığı, çayını kıtlama şekerle içen erzurumlu'yu, tüm bu anlatımlardaki samimiyeti. ben de orhan'la gezdim her yeri, tanıştım her biriyle, gül ile ilişkilerine heyecanlandım, küçük orhan ile yaptığı sohbetlere şaştım. hele annesinin domuz kılı arayışında kikirdemekten kendimi alamadım.
bütün bu anlattıklarım bir romanın okunması için yetip de artan sebepler. ki benim gibi bir okuyucysanız, akıl hastanesi ziyaretini bekleyin, oraya kadar sabredin, pişman olmayacaksınız!

* romandan alıntılar maalesef pazarkaya'nın türkçe orjinalinden değil, almanca çevirisinden okuduğum için, tarafımdan yapılan çevirilerdir.

Yorumlar

aLp Pir dedi ki…
Elestirini elestirme davetin icin tesekkur ederim. Pazarkaya'nin 'ben araniyor'unu okumadigim, sadece senin dilinden karmasik, celiskili, zaman zaman abartili ama ayni zamanda safligi ve samimiligi ile icini isindiran bir yapit oldugunu ogrendigim icin yorumumu sadece bu paralelde yapiyor oldugumu belirtmek isterim. Yapiti elestirdigin lisan ile neyi sevdigini anlattigin arasindaki lisan farki dikkatimi cekti. Elestiri lisanini daha karmasik, sevgi lisanini ise simsicak ve akici buldum. Elestirin icerisinde en cok gozume carpan nokta ''zamansal kurgunun lineer gitme''sini beklemen. Belki yazar bu noktada bir 'ambiguity', 'Vielfaeltigkeit' yada 'ironi' olusturarak darbe ve siyasal durum ile ilgili duygusunu dile getiren politik anlamda da basini derde sokmayacak bir mesaj vermeye calismis olabilir. Nitekim bir sonraki paragrafinda da dile getirdigin, 'kahramanin ulkesine dondugunde anlasilmaz birsekilde basini derde sokma egilimi', belki de insan hayatinda bastirilmis duygularin ortaya ciktigi anda nasil sonuclar dogurabildigini orneklemeye calismaktadir.
Edebi yolculugunda bol gunes, bol ruzgar, bol yagmur ve bereket olsun. Bizleri de yolculuguna dahil ettigin icin tesekkurler.
Unknown dedi ki…
merhaba, bu kitabı henüz okumadım ama güzel yorumunuz sayesinde okunacaklar listeme ekliyorum.
yeni kitap yorumlarınızı bekliyorum.
sevgiler...

Bu blogdaki popüler yayınlar

senden içe

yıllarca